29 Mar 2011

Peri


Yıllar sonra, şimdinin atıl arazisi, çocukluğumun geçtiği bu yere gelmek bende karşı konulmaz bir ağlama hissine yol açıyordu.
Ağlamadım.
Çocukken de pek ağlamazdım. Oturmasını kalkmasını bilen, misafir gelince onları sevimli bir “merhaba”yla karşılayan, getirilen pastanın peşinden mutfağa koşmaktansa, onlara terlik veren o çocuklardan biriydim. Efendiydim, örnektim.
Şu ilerideki toprak yol, önceden her nevi bitkinin umarsızca fışkırdığı köhne bir patikaydı. Tekinsizdi. Orada hayaletlerin gezindiği söylenirdi. Evimizle diğer evler arasında hayli mesafe olduğundan, geceleri arkadaşlarımla bu yollarda oynama şansım pek olmazdı. Karanlık çökmeden eve giderdim, annem merak ederdi. Bazen seslerini duyardım onların, tekinsiz patikadan gelen; neşeli, meraklı, cesur seslerini...
Odamın yarım aralanmış penceresinden gelen seslerini engellemeye çalışır gibi savrulurdu hafif hafi, işli perdeler... Neye güldüklerini, neyin peşine düştüklerini tahmin etmeye çalışırdım. Kıskanırdım. Kıskanmak benim gibi çocuklara göre değildi. Kendini eksik hisseden kişi kıskanç olurdu, ben tamdım. Her şeyim vardı.
O geceler, baş ucumda duran hikaye kitaplarımdan en üstte duranı alır, aslında alttaki kitabı okumak isterken, bu kitabı yarım bırakmaktan korktuğum için onu açar okurdum. Annem odamın ışığını görüp zarif elleriyle kapıyı yavaşça açar, masalsı ses tonuyla “oğlum sen hala yatmadın mı? İstersen uyu artık, olmaz mı?” dedikten sonra, cevabımı beklemeden eliyle minik bir öpücük gönderir, kapıyı kapatır çıkardı. Dünyanın en zarif kadınıydı annem. Şu karşımda duran terk edilmiş, kahverengileşmiş eve rengini verendi o, evimizin ışığıydı... Bir Peri gibi… O zamanlar daha büyüktü ev sanki. Şimdi yaşlılıktan küçülmüş gibi; buruşmuş, soluklaşmış, kahverengi.

Belli ki uzun zamandır kimse gelmemiş buralara... Oysa eskiden, ışığa uçan pervaneler gibiydi insanlar bu evde. Pek çoğunun adını bile bilmezdim. Benim için herkes “efendim”di. Tabi efendim, peki efendim, ne demek efendim… Sonu “efendim”le bitmeyen her cümlemde babamın keskin kaşlarından ayrıştırdığı siyah gözleriyle karşılaşırdım. “Efendim” demek daha kolaydı. Karım bana, “Sinirlendiğinde kaşlarını kaldırıyorsun ve bu beni korkutuyor” demişti bir keresinde. Boşanma bahanesi olarak bunu kullanmış olsaydı, belki bir samimiyet ışığı görebilirdim belki… O zaman belki, burada olmazdım bile şu an. Belki o zaman yalnız kalmış bir Peri kızının sessiz çığlığına kulak kesilebilirdim, “Efendim?” derdim... Yeniden hissedebilmek, ışığı görmek uğruna buralara kadar gelmezdim.
Yürüdüğüm bu bakımsız bahçede, var olmak için son nefesini üreten şu güzelim kır çiçeklerinde annemin zarif ellerinden bir iz arıyorum şimdi. Bazı akşamlar, yemekten önce yaptığı kısa yürüyüşlerinden elinde kır çiçekleriyle dönerdi eve. Beni yanında götürmediği için üzülürdüm. Onunla beraber çiçek toplamak isterdim, oysa beni götürmezdi hiç. Yemek masasının ortasına özenle yerleştirdiği, altın varakla oyalanmış cam kavanozun içinde hayat enerjisi oluverirdi kır çiçekleri. Sevmediğim soslarla pişirilmiş yemeklere iştahım kabarıverirdi. Babam “Yine mi? Bu konuda ne düşündüğümü daha önce söylemiştim. Masamıza hiç yakışmıyor bu çiçekler. Lütfen.” dediğinde, annemin yüzündeki yabancı ifadeyi dün gibi hatırlıyorum...
Üzgün bir Peri kızı için toplayacağım şimdi bütün kır çiçeklerini. Elime ne batacaksa batsın! Ne kadar kanayacaksam kanarım… Şu tekinsiz patikanın altını üstüne getireceğim! Nefessiz kalıncaya dek koşacağım… Topladığım çiçekler yorgan olacak üzerime, bu patikada uyuyacağım bu gece! Tam da burada!

...Ama önce eve gitmeliyim. Bir teslim oluş gibi… Baskın güve kokusu ve gıcırdayan tahtalar… Uzun zamandır Peri eli değmemiş eski bir rüküş vazo...
Her şey eski.
Her şey aynı.
Yalnızca zaman geçmiş bu evden.
Sahi, onca zaman geçmiş mi?

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Super cok begendim tatlim. Mucuuuk