21 Mar 2011

O Dediğin, Şiir Değil.

Küçükken hiç şiir okumaz, hep yazardım. Orta okulda aşık olduğum yakışıklı çocuk şiirlerimi okuyup “ne güzel yazmışsın Kübra” dedikçe tepem atardı. Sadece bu kadar mıydı? Aşkımız hiç mi pekişmedi şimdi? Beni altın kaplama bir tahta filan oturtmak, önüme güller sermek istemiyor musun sonsuza dek sürecek evliliğimiz boyunca? Domuz, ne olacak! Birlikte gülüp eğlenmesini biliyorsun ama!

Bir tek o anlamasaydı keşke... Sıra arkadaşlarımla dergilerdeki cinsel yazıları okuyup, kıkırdıyor, saatlerce konuşuyorduk, ama sıra benim şiirlerimi okumaya gelince anneleri yemeğe bekliyor filan olurdu onları. Kimse şiirden anlamıyordu... Kendime göre dünyanın en iyi şairiydim ve bunu kimse anlamıyordu.

“Durmaktayım ışığın gölgesinde.
Elma ağaçlarının dibine çökmüş
O küçük kızın ta kendisiyim.
Ölüm bahçelerinde…”

Kendimi çok yalnız hissetmeye başlamıştım. Bir süre sonra içine kapanık bir çocuk olmamın daha yerinde olacağına karar verdim. Onlar şiirimi anlamıyorlarsa anlamasınlar, ben yine de yazarım!
Sınıf başkanıydım, tiyatro, marş korosu gibi okul aktivitelerinin kamberiydim, okulda tanımadığım bir insan görüldüğünde onun gerçekten bir insan olup olmadığından şüphelenilirdi. Dolayısıyla bu içe kapanma kararını uygulamam hayli zor oldu. Sancılar çektim.

“Karanlığın ışığı!
Gitmek de zor, kalmak da
Bu çırılçıplak mekanda…”

Kendimi zorla içine soktuğum bu ergen depresyonu, cıvıl cıvıl arkadaşlarımı yıldırmıştı. Yalnızlığın böyle bir şey olduğunu hiç düşünmemiştim doğrusu. Ben “yalnızlık” derken, daha çok şiir yazacağım ve daha çok düşüneceğim sanıyordum. Bu halimi de herkes ayakta alkışlayacak, günümüzün şair kraliçesi olacaktım. Çok da aşığım olacaktı! Kızların hepsi kıskanacaktı filan... Olmadı. İnsanlar benden sıkılıp kaçtıkça, şiirlerimi çevremde kim kaldıysa ona okutuyor, parkta gitar çalıp şarkı söylemek isteyen arkadaşlarımı alıkoyduğumu bir türlü fark edemiyordum.

“Yalnızlığın acıtan karanlığına sığınıyor şimdi kalbim…”

“Çok süper bir cümle kızım! Parka geliyo musun sen de? Haluk Levent günü bugün.”

“Hayır. Sanırım biraz daha burada kalıp yazacağım… ‘Kalbimin rengini arıyorum… Siyah mı? Kırmızı? Kahverengi? Belki tamamen yeşil… Kulağıma gelen melodilerde arıyorum kendimi…’ Bu şiir varoluşçulukla ilgili olacak. Bitince okuturum sana da.”

“Tabi tabi süper olur. Haydi Kübracım kaçtım ben. Gelirsen, parktayız biz.”

Haluk Levent mi? Hıh! Tamam belki bazı şarkıları güzel, ama benim yazdıklarım her halükarda daha önemli! Asıl gerçeklik burada! Eski lahit mi, park kaydırağı mı? Saçmalamayın lütfen!

“Dünya, umudunun son turunu yaptıktan sonra
Biz de bittik, sevgimiz de.
Çocuklarımız savaştı, biz bekledik.
Biz savaştık, bekleyen olmadı…
İşte o zaman belli oldu derinliğimizin rengi!”

Şu yalnızlık deyip durduğum şey, beni her gün ağlatan, arkadaşlarımı aşağılamama yol açan bir tür hastalığa dönüşmeye başlamıştı. İşin aslı, ben de bu yalnızlık işinden sıkılmaya başlar olmuştum.

“Kızım yemek yemedin akşam? Aç yatma… Haydi.”

“Yemek mi? İstemiyorum anne. Yemeğe zaman yok! Yazacak çok şiir var anne...”

Götürüldüğüm ilk psikolog bana “ergenlik bunalımı” teşhisi koyduğunda çok alınmıştım. Sarı Humma, frengiden delirmek filan dururken bu “ergen bunalımı” da neyin nesiydi şimdi? Kimse beni anlamıyordu. Yalnızlığıma daha da gömülmeye başlamıştım...

“Tıkanık bir makam bu, kulaklara dolan…
Bir hançer gibi acımasız, kanatıyor geceyi…”

Bu, ne olduğunu bile pek anlamadığım “yalnızlık” hallerim, sonunda bana bir aşık kazandırmıştı neyseki. Her gün bileklerini kesmekten bahseden, annesinden para çalıp el altından bira alıp iki dikişte içen nur topu gibi bir sevgilim olmuştu! Birlikte bira içiyor, çok acıkırsak ekmek yiyorduk. Tarzımız buydu. “Onlar” gibi değildik biz! Yazdığım şiirlerin yoğunluğunu, hayatı çözmüşlüğümü bir tek o anlıyordu.

“Yollarda ölmeliyim belki…
Gittiğim bütün kentlerin orospuluğunu ruhumda taşırken,
Daha yola henüz çıkmışken,
Yeniden, bilinmeyene doğru ölmeliyim.”

Yaşamın ve ölümün sırrını çözen bu şiirimde “orospu” kelimesini kullandığım için mi bilmem, temizlik bilmez sevgilim beni öpüvermişti okuduğumda. Bira ve açlık kokan bu öpüşme sonrasında yavaş yavaş kendime gelmeye başladım... Neredeyse hiç arkadaşım kalmamıştı ve sosyal anlamda tek iletişim kanalım olan biricik sevgilim, köpeklere tekme atıyor, çaldığı paralarla iflasın eşiğine getirdiği ailesinin adına her akşam bizzat, babasından dayak yiyordu.

Arkadaşlarımı yeniden kazanmak için saçlarımı eskisi gibi tepede at kuyruğu toplayıp, parka gitmeye başlamıştım. Devir değişmiş, Haluk Levent şarkıları söylenmez olmuştu. Bu yeni parçalardan haberdar olmak için fazla entelektüeldim artık. Şairdim. Havam batsın! Zar zor ayrılmayı başardığım biricik sevgilimi düşündükçe, beynimin her bir hücresini bu şarkıları ezberlemek ve arkadaşlarla birlikte onlara eşlik etmek için kullanacaktım. Bir süre sonra beraber ve solo şarkılar günlerimize dönmüştük bile. Daha az şiir yazıyordum, ancak bu sefer arkadaş ortamında yüksek sesle okunuyordu yazdıklarım. Gözler boncuk boncuk doluyor, yer yer sevgi selli sarılmalar yaşanıyordu.

“Umutla ararım benlikleri, ruhları
Karanlığın mezarı olur gece,
Zifir mavinin sonu ve yepyeni bir günün başlangıcı…
Aşık olsak gökyüzüne, yıldızlar kıskanır.”

Bir süre sonra okulun en sevilen şairi olmuştum. Edebiyat öğretmenimin de desteğiyle, 19 Mayıs’larda “Şimdi Kübra arkadaşımız kendi yazdığı bir şiiri okuyacak bizlere” diye anons ediliyordum. 

“Kim bilir hangi kentin uğultusu bu beni çağıran
Hangi başkent, hangi tarih bu baştan yazılan
Hangi ufuk, umudun uçsuz bucaksızlığında…”

Başarıya doymayaydım e mi. Doymadım da... Bir süre okul törenlerinin aranılan yüzü olmaya devam ettim. İlginç bir şekilde, en yakın kız arkadaşlarımın hepsinin saçları sarı ve bakımlıydı. Çok güzeldik. Neredeyse her gün, okulun basketbol takımındaki oyunculardan biri bana çıkma teklif ediyor, ben reddettikçe ilahlaşıyordum. Şiirden anlamazdı ki onlar… Ben anlıyordum ama, değil mi? 19 Mayıs’ta bütün okulun ayakta alkışladığı o Kübra kimdi peki? Anlamışlardır herhalde şiirimi… Beni mi, yazdığım şiiri mi alkışlıyorlar? Hayata karşı duruşlarını bilmesem de çevrem çok geniş, bütün okul benim en iyi arkadaşım bir kere! Peki ya buna ne demeli? Hepsi en yakın arkadaşım… En çok hangisini mi seviyorum? Bilmem… Hepsini!

Şiirli ergenlik kumpanyam, defterimin son sayfasına yazdığım şu cümleyle kapanmış: 
“Bugün söz bitti. Bugün ben Lorca ile tanıştım.”

***
Lorca anısına...

“ Güz Şarkısı

Bugün içimde belirsiz
bir yıldız ürperişi var,
ama silinip gidiyor
yolum sisin varlığında.
Kanatlarımı kırdı gün
ve üzüntümün acısı
ıslattı tüm anıları
Düşüncenin kaynağında.

Güllerin hepsi de beyaz,
acım gibi beyaz öyle,
Sadece beyaz güller var
kar yağdı da üstlerine.
söndü gitti gökkuşağı.
Canlara da kar yağdı hem.
ve canlara yağan karda
öpüşler, görüntüler var
Ya karanlığa gömülen
Ya düşünce gündüzüne.” 

(Sait Maden çevirisiyle)
Federico Garcia Lorca








Hiç yorum yok: