19 Ara 2008

Eski bir yazı: "Televizyon Kardeşliği"

Çoğumuz çocukken “kan kardeş” olmuşuzdur birileriyle, ya da belki “saç kardeş”. Eskiden gelen bir usuldür “kan kardeşliği”, özellikle çocukluk yılarında vuku bulan. Bizim toplumumuzda cesaret erkeklere özgü addedilirdir ya, belki de bu yüzden, genelde delikanlılar “kan kardeş” olurdu, çünkü “kan kardeş” olmak için her iki tarafın da makul bir yerlerinden kan akıtması ve bu iki kan grubunun fiilen birleştirilmesi gerekiyordu. 90lı yıllarda dünyadaki değişmeler sanki hız kazanmıştı- ya da biz o dönemde yaşadığımız için, en önemli değişmeler yaşanıyor gibi geliyordu bize. Aids adlı bir hastalıktan sık söz edilir olmuştu mesela, toplumsal paranoya hali ABD’den türkiye’ye -bir nevi- ithal edilmişti. Belki de bunun bir yansıması olarak, küçük ve nispeten güvenli dünyalarımızda da olsak, bizim mahallede “kan kardeşliği” (çok delikanlı ağabey ablalar hariç) tasvip edilmez olmaya başlamıştı. Kadim dostum ve ben delikanlı ağabey ablalardan değildik. Biz daha çok, uslu durması gereken küçük kardeşlerdendik. Dolayısıyla kaderimiz, bizim “kan kardeş” değil, “saç kardeş” olmamız yönünde bir tercih yapmıştı.

“Saç kardeşliği” Türkiye genelinde uygulama alanı bulmuş bir usul müdür bilemeyeceğim aslında, çünkü sanırım kan kardeş olmanın önündeki engeller nedeniyle kadim dostum Selen ile birlikte uydurduğumuz bir türdü bu (biz uydurmuş olsak bile herhangi bir telif hakkı talebimiz olmadığını her ihtimale karşı dile getirmek isterim). “Saç kardeşliği”; birbirine değer veren iki çocuğun, saçlarından birer tel kopararak, onları birbirine düğümlemeleri, sonrasında da – mümkün mertebe rüzgarlı bir günde- havaya savurmaları suretiyle gerçekleştirdiği bir kardeşlik biçimiydi. Daha çok kız çocukları arasında rağbet görmesi sanıyorum ortamda kan revan olmayışıyla ilgiliydi.

Çocukken bu türden kardeşlikler kurmak “ihtiyaç”tan çok “usul”dendi. Yetişkinlikte ise; usulden değil ihtiyaçtan Bu türden bağlılık yeminlerinin genellikle yetişkinlikte değil de çocukluk yıllarında yaşanması bu nedenle akla yakın geliyor. Üstelik; çocukluk yılları insanların birbirlerine güvenmelerinin mümkün olduğu yegane zaman dilimidir ne de olsa.

Bugün ise, bu tür bağlılıkların temelinde yatan yoğun ve gerçek duygudan uzak olsa da, işlevsel bir bağlanma türüne bizzat dahil oldum bendeniz. Birbirinden pek de hazzetmeyen, fakat konumsal olarak iyi anlaşmaları gerektiğinin bilincinde olan iki insanın televizyon kardeşliği.

“Bugünü kendime ayırayım” planlarını yaptığım sırada çatkapı bana gelen bu arkadaşımla biraz vakit geçirdik. Teklifsiz bir memnuniyetsizlik vardı aramızda – her zamankinden. Havadan sudan konulardan konuşup, kurtarıcımız televizyonu açtık bir müddet sonra ve işte o zaman günümün çehresi değişmeye başladı. Televizyon izlerken televizyondan konuşmaya başladık ve yavaş yavaş, çocukluğumuzdan beri aynı dizileri izlediğimizin, aynı çocuk programını seyrettiğimizin (elbette Susam Sokağı) ve hatta aynı reklamlarla ilgilendiğimizin farkına varmaya başladık. Bu yüksek ölçekli paralellik nedeniyle keyiflendik. Hatta ilk başlarda; susadıysa suyunu kendisinin alması gerektiğini düşünen ben, çay sunan ağzına kek tıkan bir insan oluverdim. Köle izaura, hayat ağacı, yalan rüzgarı, melrose place, dawson’s creek, ally mcbeal, nip/tuck...derken yakınlaşıverdik bir anda, bıraksan duracağız oracıkta halaya. Kendisini sevgi ve ilgiyle uğurladıktan sonra oturup düşündüğümdeyse, bir nevi “televizyon kardeş” olduğumuza karar verdim. Çok farklı karakterlerde ve hatta zorunluluktan bir arada olduğum bir insanla, beklenmedik bir samimiyet ve muhabbet yaşamıştım ve evet ne yalan söyleyeyim duygulanmıştım da biraz. Bazı konularda ona haksızlık ediyor olabileceğimi, ondan pek hoşlanmadan da onunla bir şeyler paylaşabileceğimi düşünmeye başladım. İşte bu kadar kolaydı! Belki yıllarımızı harcamamız gereken bir samimiyete birkaç adımda ulaşmıştık, çünkü ikimiz de televizyon çocuğuyduk ve çocukluğumuzda her ikimiz de ayrı şehirlerde dahi olsak, “Evimiz Hollywood’ta”nın başlama saatinde evde olacak şekilde sokaklarda koşup oynuyorduk.

Bu durum üzerine düşündüğümde, günümüzde televizyonun misyonlarına her geçen dakika bir yenisini daha eklemesinin (ya da bizim eklemememizin) tehlikeli bir gidişatın göstergesi mi olduğuna, yoksa bu durumun beklendik bir 2000li yıllar sendromu mu olduğuna bir türlü karar veremedim. İşlevsel ama özünden kopmuş bir bağlılık türü olarak düşünülebilecek “televizyon kardeşliği” kültürlerdışı bir yapıya – tüm eleştirmelerimize rağmen- yedirilmiş olmak mı demek, ya da aynı toplumsal sınıfta yer aldığımız anlamını çıkartmaya yol açabilecek bir kod olduğu mu..? Ya da hepimizin ciddi bir yalnızlık labirentinde olduğumuz ve birileriyle çarpışıp, labirentin çıkışını birlikte bulabilmek için her yolu deneyebileceğimiz gerçeğiyle yüzleşmek gerektiği anlamına mı geliyor? Daha pek çok olasılık...

İster düşünüp tartışalım, ister es geçelim; ben bugün “Televizyon Kardeşliği” gördüm:)

Hiç yorum yok: