2 Haz 2011

Aykan Pastanesi

Gördüğüm rüya beni normalden önce uyandırdığı için, o sabah kahvaltıya her zamankinden fazla vaktim vardı. Kahvaltı zamanımdan çalıp, banyoya girdim. Tertemiz bir kadın olduktan sonra, yüzümü boyadım biraz – temiz ama çirkin olmaktan iyiydi, hoş bir parfüm bana gün boyunca eşlik edecekti. Komodinin üzerindeki duty-free şişelerinden onu seçtim. Özenli giyinmedim, zaten temizdim. Kendimi iyi hissediyordum. Dışarı çıkmaya hazırdım. Kahvaltı için bütün muhiti aklımdan geçirdim; oraya gitmeyeyim çayı çok acı oluyor, hah, bak şu köşedeki mekan olabilir – en azından onlar zeytinleri sayarak koymuyor kahvaltı tabağına, gerçi orası da çok ayak altı… Yoksa dur, şey mi? Evet tabii ya, uzun zamandır da gitmedim: Aykan Pastanesi en iyisi!
Böylelikle, kendime nostaljik bir kahvaltı ısmarlamaya karar verdim. Aykan Pastanesi’nde. O gün, uzun zamandır gitmediğim için gittiğimi düşündüğüm o naif mekan… Kolumun altına gazetemi sıkıştırıp, Aykan Pastanesi’nin yolunu tuttum. Yolda mahalleliye selam verdim, hal hatır soranları özenle yanıtladım. Ne güzel bir gündü bu böyle!
Pastane sakindi. İki masa doluydu yalnızca. Onlar da kendi aralarında ve garsonlarla fısır fısır konuşuyorlardı. Daimi müşteriler herhalde… Buralarda pek tercih edilen bir yer değildi zaten Aykan Pastanesi. Ancak birkaç müdavimi işte… Benim sık gittiğim bir yer değildi, dolayısıyla tanımıyordum oturanları. Ben buraya taşındığımda da vardı Aykan Pastanesi, eskiydi. Nostaljik olması benim  uydurduğum bir şey değildi. Aslında bunca yıldır ayakta kalabilmesi yüzünden duygusal bir yakınlık hissediyordum oraya karşı. Hey gidi! Ne görmüş geçirmiş pastanedir burası… Bu duygularla gittiğim için beni bilirler sandım gayri ihtiyari. İçeri girdiğimde, yüzümdeki kocaman gülümsemeye anlam verememiş olsalar gerek, bana biraz tuhaf baktılar. “Çok özledim sizi, nasılsınız?” diyemedim. Mekanı özlemiştim ben, gerisini bilmiyordum ki. Çalışan garsonlardan herhangi birini tanımıyordum bile. Burayı özlediğimi söylesem, soracaklardı, “a, öyle mi?” diyeceklerdi, anlatmamı bekleyeceklerdi.
“1998 yılında beri gelirim buraya. Neler yaşadım burada neler… Siz bilmezsiniz, bu sokak eskiden kerhane sokağıydı…” Ne giriş ama! Yok öyle bir şey tabii. Eski diye, hep burada, diye seviyorum bu pastaneyi, hepsi bu. Benden önce de buradaymış, nostaljik filan. Güzel yer. Bunu mu anlatayım?
Yüzümdeki gülümsemeyi kıstım, sadece “bugün güzel bir gün” gülümsemesine dönüştürdüm. Daha fazla dikkat çekmedim. Zaten benimle ilgilenemeyecek kadar muhabbetteydi herkes kendi arasında. Ne konuşuyorsunuz bu kadar yahu? Beni mi konuşuyorsunuz yoksa? Tuhaf…
Gözleme ve çay söyledim. Peynirli. Gazetenin sayfalarını karıştırdım. Dünyayla ilgili görünmeye çalışıyordum, oysa umurumda değildi orada yazanlar. Hesabı isterken, gazetenin en ünlü köşe yazarının sayfası açıktı önümde, muhtemelen hesabı getiren garson o yüzden gazeteye ilgiyle baktı. İyi bir gazete okuru olduğumu düşünmüştür kesin. Düşünsün. Yeri gelir, iyi bir gazete de okurum, ama bugünlerde değil. Hem ben bugün, dış dünyanın peşine düşeceğim. Kendimle uğraşmak yerine, ona aşina davranıyorum. Gazeteden okumak neymiş, çıkar yaşarım kendim. Yılların Aykan Pastanesi’nde kahvaltımı da yaptım, artık akışa karışabilirim. Oldukça hevesliyim. Bugünden bir beklentim yok bebeğim, anı yaşıyorum hepsi bu.
İyi de bebeğim, gereksiz heyecana kapılıp unutmayalım; yeni proje için yarım saat sonra, 12.00’de hayatımda ilk defa göreceğim proje sorumlusuyla toplantı var. Ahmet Sayhan. 
Belki de yeni bir aşk… Ne kafa! Anı yaşıyorum ya, olur mu olur… Bulaşacağımız kafe buraya yakın. Yürüyerek giderim, hem gözlemeleri de eritirim. İnsan yediklerine dikkat etmeli. Pek dikkatliyim.
Erken vardım kafeye. Yemeğin üzerine bir kahve… Nefis! Kahveyi bitirdiğimde, buluşacağım kişi 15 dakika gecikmiş durumdaydı. Aldırmadım. Gazeteye bakınıyordum hala, yine ilgiyle okumadan. Bir kahve daha söyledim. Hala nefis! Çarpıntı yapmayacak olsa daha da içerim doğrusu. Kahve, günün her saati nefis! Buluşacağım kişi hala ortalarda yok, saat 12.45. Gelmeyecek. Gelse bile onu bir saat boyunca beklediğimi bilmesini istemem. O çağırdı beni, birbirimizde telefonumuz var. İsterse arar. Kahve keyfimin yüzde birini ödeyip çıktım. Daha da içmem, içim kıyıldı. Belki biraz yürüyüş bebeğim? Neden olmasın. Deniz kenarı yakın, biraz temiz hava her zaman iyidir. Fazlası zarar. Kafeden fazla uzaklaşmamaya dikkat ettiğimi kendime çaktırmadan yürüdüm biraz. Martı seslerini dinledim, korna çalan arabaları ayıpladım, şu beton yan yol toprak olsa istedim, Ahmet ile doğmamış büyük aşkımızı düşünüp kendimle eğlendim, gereksiz ne kadar şey varsa, sanırım hepsini düşündüm… En son, derin nefesler aldım denizin getirdiği rüzgarda… O anın içindeydim bebeğim, bugün güzel bir gün anlıyor musun!

Kendimi saate bakarken yakaladığımdaysa büyüm bozuldu. 13.50. İnsan bir aramaz mı yahu? Geç kalmışsın, hem de kafam kadar! İnsan bir haber vermez mi? Yok, olmayacak bu proje işi… Aşkımız da imkansız bu durumda. Beni arayıp özür dilese, açıklama yapsa da gitmem artık. Bu proje başka bahara, derim, aşktan filan da hiç söz etmem. Kendi kaybeder. Zaten kaba saba bir adamdır kesin. Telefonda konuştuğumuz için hal hatır sormaya bile gerek duymadan “merhaba, kusura bakmayın, trafik işte…” deyip projeyi anlatmaya başlar muhakkak. Kravatıyla sıkıştırılmış kalın boynuna gıcık olarak dinlerim onu. “Tabi” derim, “böyle bir projeyle elbette ilgilenirim”, “zaten şu sıra kabus bir yoğunluğum yok, neden olmasın?” derim, yapıcı konuşurum… da, ararsa! Saat: 14.05. Oha.

Neyse ne! Aramazsam bütün günümü bu konuyu düşünerek harcayacağım belli ki… Aşk meşk bir  yana, projeden gelecek para lazım bana bu ara. Telefonda kayıtlı: Ahmet Proje

“Alo! Alo? Merhaba, Ahmet Bey ile mi görüşüyorum?”

“…”

Telefondan duyduğum bir kadın hıçkırığı olabilir mi, yoksa benim mi algım karıştı?

“Alo? Ahmet Bey’i aramıştım ben…”

“Kim?”

Başıboş bir soru. Ağlayarak konuştuğu için mi net anlayamıyorum acaba… Kim, kim? Ahmet mi ben mi? Ahmet kim sahi? Kadın baya baya ağlıyor. Neden ki? Daha Ahmet kim tanımam bilmem, bana niye ağlıyorsun yahu?

“Yok o… Ahmet yok.”

“Ben daha sonra arayayım o halde, kusura bakmayın rahatsız ettim…”

Deli de olabilir bu kadın. Tuhaf tuhaf cümleler, bilmem ne… Aramasam daha iyiydi belki... Şu Ahmet denen kalın boyunlu, bir de utanmadan aldatıyor olmasın kadıncağızı? Ben de araya karıştım, güme gitmeyeyim bari…

“Ben işle ilgili görüşecektim, daha sonra ararım. Teşekkürler...”

“Ahmet öldü.”

“Efendim?”

Yok artık! Telefonu da suratıma kapattı iyi mi. Deli midir nedir… Herhalde kıskanç karısı bu, sonra ararım filan dedim diye dellendi kesin. Ne tuhaftı konuşma… Ahmet de bir tuhaftı zaten. Telefonda projeden bahsetmemişti bile. Ailecek delirmiş bunlar. Boşverdim. Anı yaşamaya devam bebeğim…Biraz daha yürüyüş... İkindi için şöyle güzel bir köfte yemeli, yanında da piyaz.

Akşamüstü eve gittiğimde artık bu konuyu düşünmeyi bırakmıştım. 
El alışkanlığı, televizyonu açtım hemen. Mutfakta, buzdolabını amaçsızca karıştırırken dolaptan çıkardığım soda şişeşi, televizyondan yarım yamalak duyduğum bir haberle tuz buz oldu yerde:

“…Dün akşam saatlerinde Aykan Pastanesi önünde gerçekleşen bu trajik kazada Ahmet Sayhan hayatını kaybetti.”

Hiç yorum yok: