31 Oca 2010

The Fisher King*

Geçenlerde öğle tatilinde ajanstan çıktım elimde fotoğraf makinem, kar yağmış Emirgan’ı resmeyleyeyim diye...
Karda fotoğraf çekmenin ne kadar zor olduğunu tüm amatörlüğümle idrak etmenin yanı sıra, beni tatmin eden birkaç kare yakalayabildim sanıyorum.


Boğaz’ın fotoğraflarını çekerken, kıyıdaki Fisher King gözüme çarptı. Hiç sezdirmeden onu fotoğraflamak istedim. Birkaç fotoğrafını çektim, fakat kadraj istediğim gibi olmadı. Işık zaten çok zorlayıcıydı. Tam vazgeçiyordum ki The Fisher King sözsüz sedasız, benim bulunduğum yere doğru yaklaştı ve oltasını orada salladı. Heyecanla - ve bu sefer daha özenle – birkaç fotoğrafını çektim. Önce oltasını düzenledi.


Sonra güçlü bir hareketle oltasını denize savurdu...


Sonra sabırla oltasının diğer ucunda balık bekledi, o karda, soğukta...


Süreci bu kadar yakinen takip edince, ben de onun tutacağı balığı dört gözle beklemeye başladım arkamdaki banka ilişip. Nasıl bir sabırdır ki bu...diye düşünüyordum doğrusu. Hava çok soğuktu ve uzun süre orada balık tutacağını düşünme fikri bile bünyemin daha fazla üşümesine neden oluyordu sanki. Tam onun hikayesini kafamda kurgulamaya başlamıştım ki...
Fisher King oltasını denizden çekti ve sakince bana doğru yaklaştı.


Biraz konuştuk.

Fisher King, onun fotoğrafını çekmeye çalıştığımı gördüğünü ve habersiz çekerken streslendiğimi fark ettiğini belirtti. Bu nedenle teklifsiz bir şekilde benim onun fotoğraflarını daha rahat çekebileceğim şekilde yer değiştirmiş sağolsun. Aramızda sözsüz bir iletişim olduğunu fark etmiştim zaten, ancak bilinçli olarak kendini fotoğraflatması ilginçti gerçekten de. Kendisinin de eskiden beri fotoğraf çekmeye ilgisi olduğunu söyledi.

Kafamda onunla ilgili kurmaya başladığım hikaye elimden kayıp denize yuvarlanmaya başlamıştı o noktada. Ancak fotoğrafa olan ilgisinden bahsederken bir anda konuşmayı farklı bir duyguya bürüdü ve sesini biraz daha yükselterek şöyle dedi: “…Ama herkes bilmiyor işte çekilen fotoğrafın kıymetini!”. Neden böyle söylediğini sordum: “Ben de eskiden fotoğraf çekiyordum. Evlenmeden önce karımın bir fotoğrafını çekmiştim. Siyah beyaz bir fotoğraftı. O fotoğrafta çok güzeldi. Saçları filan rüzgarda savrulmuştu hani böyle…Evlendikten sonra o fotoğrafı hediye ettim, o da çerçeveleteceğini söyledi. Ama sonra o fotoğrafı kaybetti biliyor musun? Olacak iş değil! Hala sinirleniyorum…”

Bu anlatı karşısında biraz afalladığımı belirtmeliyim. Her şey huşu içinde, siyah-beyaz ve sanal iken bir anda gerçeklikle karşı karşıya kalmak zorunda bırakılmışım gibi hissettim. İkimiz de oracıkta bir süre Fisher King’in karısına sinirlenmiş halde denize doğru baktık. Bir şey söylemem gerektiği için sakar bir sosyallikle “iyisi mi siz yenisini çekin…” deyiverdim. Diyaloğumuz saçma bir hal almaya başladığı için mi yoksa benim tepkim yüzünden mi bilmem, Fisher King gülmeye başladı. “Haklısın…Tabi.” dedi. Sonra bana iyi günler ve fotoğraflar dileyip yavaş yavaş uzaklaştı.

Ne olduğunu halen çok anlayabilmiş değilim ama, Fisher King onu yeterince anlamadığımı düşünmüş olsa gerek diyorum şimdi. Karısına da, kendisini yeterince önemsemediği ve kendisiyle yeterince ilgilenmediğini düşündüğü için kızgın olacağı yerde, bir şeyleri düzeltmek için bir adım atsın madem efendim! Diye düşünmekte haksız olduğumu da düşünmüyorum hala:)

Olsun. Kadrajıma sokulup bana bu fotoğrafları sağladığı için ben içimden teşekkür ettim kendisine. Onlar bunu bilmese de napalım:)


*Başlığın kaynağı linke tıkladığınızda.

1 yorum:

Profösör dedi ki...

Fotoğraf makinesine siyah beyaz film taktığınızda çekilen siyahbeyaz fotoğrafın tadına varıyorsunuz. Yoksa renkli diapozitiften, ya da digital çekimlerden siyahbeyaz bir çalışma, eski siyhbeyaz filmle çekilen fotoğrafın kalitesine asla ulaşamıyor. Le figaro, France soire, Le monde gibi gazetelerdeki kullanılan siyahbeyaz fotoğrafları bir görseniz süperrrr!